Thursday, February 28, 2013

her sabah uyanıyorum

her sabah uyanıyorum.
her sabah uyandığım yetmiyor, yatağımdan aşağı iniyorum ve yatağımı yapıyorum. ama öyle özenle yapıyorum ki dakikalar alıyor. çok hoşlanıyorum bundan. ben ki, akşama tekrar açılıp dağılacak yatağı bu kadar düzenli toparlamayı, ilgi göstermeyi anlamsız bulurdum. şimdi tuhaf sessiz ve huzur dolu bir süre o. bu da yetmiyor, iki üç günde bir çarşafları değiştiriyorum. renkleri birbirine uydurarak kısıtlı kombinasyonlar deneyerek. çarşafı köşelerden yatağa geçiriyorum, iyice gerip altına sıkıştırıyorum bol kalan kısımları. sonra çarşafa uygun bir nevresim seçip ters çeviriyorum. kollarımı içine sokup en uçlarına varıyorum. yatağın üstünde duran yorganın uçlarını yakalayıp, nevresimi tersine devşirerek silkeliyorum. yorganın başı nevresimin içinde gerisi dışarda. ellerimi bırakıp diğer tarafa geçiyorum. nevresimin buruşuk olan taraflarını aça aça yorganı giydirmeye başlıyorum. birkaç saniye. sona geldiğimde çıt çıtlarını kapatıyorum ve bu kez diğer uçlardan yakalayıp silkeliyorum ki yorgan nevresime iyice girsin ve tam olsunlar. sonra gergin çarşafın üzerine düzgünce kapatıyorum yorganımı. içerde buruşmuş yerleri elimle düzeltiyorum uzun uzun. bu kombinasyonun içinde yer alacak iki farklı renkte yastık kılıfı seçip yastıkları giydiriyorum. yastıklar hep uyuyor gibiler. sabahın köründe ayakta uyuyan bir çocuğu giydirir gibi. sonra yastıkları dikine biçimde yan yana yatağın başına koyuyorum, tam ortaya. iki yastık da benim.
yorganı hafifçe üstlerine çekiyorum. gözleri dışarda kalacak şekilde.
yatağın üstüne örttüğüm beyaz örtüyü silkeliyorum iki kez. sonra onu da havalara uçurarak ağır ağır seriyorum üzerine. önce bir köşeye geçiyorum, örtüyü çekip geriyorum, eteklerin uzunluğunu ayarlıyorum, kenarlardan sıkıştırıyorum. sonra diğer köşeye. sonra ötekine ve ötekine.
iki minik yastığı da yatağın üzerine atıyorum ve uzaktan bakıyorum yatağıma tüm ihtişamı ve huzuruyla.
geri çekilip masanın başına oturuyorum ve bir sigara yakıyorum. aç karnına içilen sigarada kahve tadı var.

akşam olduğunda, bu kadar ilgi gösterdiğim yatağın içine girmek başka oluyor. mağram oluyor orası benim, üstünde yattığım değil içine girdiğim. zamanında saçma bulurdum ama şimdi annemin yatağının her köşesine neden bu kadar ilgi gösterdiğini anlıyorum galiba. yatak benim yatağım haline geldiğinde, benim mağram olduğunda.

Sunday, February 17, 2013

yarım saate

ayakları kokmayan, derilerinin altı parlayan zenginlerin gittiği bi bardayım. sorma niye. güven bana. herkes zengin görünüyor. herkes gürültülü herkes aç. ama öyle bir açlık ki bu doyurulabilir değil. lanetlenmişler haberleri yok. erkeklerin hepsi gözlerini oyarcasına bakıyorlar. kadınların hepsi oyulmak için dolanıyorlar. herkes aslında birbirine oynuyor fakat gene herkesin yüzü, ellerinden bırakmadıkları telefonlarının mavi ışığıyla aydınlanıyor. geniş deri bir koltukta oturuyorum yanımdakilerle birlikte. sekiz on kişilik bir grubun içindeyim. tam karşımızdaysa bir bar masası ve etrafında iki uzun boylu kel var. gözleri oyuk dişleri büyük. göbekliler yaşları yok. ayakkabıları uzun. burunları uzun. oturduğum koltuğun bir ucunda, bacakları benim boyumda iki üç kız var. o kadar uzunlar ki, beni yaradanla onları yaradan aynıysa, bir insan şüphe edebilir ona inanmakta. karşıdaki oyuk gözlü kellerden daha uzun olanı, bu kocaman kızlardan birinin tam bacaklarının arasına bakıyor. ilham almış gibi takılıp kalmış oyuk gözleri, kızın oyuğunun tahmini koordinatlarında. nihayet yarım saat sonra kız dev gibi kalkıp giderken uzun kelin önünden geçiverince tuttu kolunu kızın. elinden telefonunu bırakmadan kıza birşeyler dedi. kız ona birşeyler dedi. o yine birşeyler dedi. kız gene birşeyler dedi ve yürümeye koyuldu. kızla aynı adımları aynı yöne doğru attı ve birşeyler daha söyledi. bu sefer kız ona bir şey söyledi ve gitti. keller birbirlerine sırıttılar pis pis ve telefonlarına geri döndüler. ben koltukta küçülmüş onları izliyorum. oyuk gözlerine denk gelmemek gerek. parmağını kaparlar. mavi ışıklı suratlar, karanlık gürültünün içinde asılı kalmış maskeler gibiler. gözlerim etrafta daireler çizerken karşımdaki iki kelden de geçiyor. her dönüşte başka bir uzuvlarını görüyorum. sivir ayakkabılarını, zorlanan iki gömlek düğmesini, ayakkabı tokasını, kel ensesindeki girinti çıkıntıları, bardağa deyen tombul parmağının ucunu, ceketinin dar gelmiş pantolonunun kıvrımlarına girip sıkıştığı noktayı ve derken kemer tokasını. adamları tararken, birinin kemer tokasına denk geldiğimde farkettim tam bana dönük bir biçimde baş parmaklarını kemerine takmış dizlerini kıra kıra kalçasını sallıyor olduğunu. istemeden şaşırdım. şaşırınca istemeden gözlerimi yüzüne kaldırdım. ve göz göze geldik. oyuk gözler. gülümseyen büyük dişler ve sallanan koca bi kalça. hemen çevirdim gözümü. dikkatimi çektiğini anlayınca bir kahkaha kopardı koca bedeni. şöyle bir silkelenip başımı eğdim. koltuk beni biraz daha yuttu. ama artık dikkatleri bendeydi. yarım saat önce benim boyumdaki bacak gitmişti, ama şimdi karşılarında bir bacak vardı. gözlerimi yakaladıkları her an gülümsediler. ikisi de. tek tek. ben gülümsemedim. yerimden kalkamadım. bakmadım. ama ordalardı oyuk oyuk. tam karşımda paçalarından salyaları akıyordu. gürültülü karanlık ve uyuşmuş ama ıslak.
hayal ettim.
arabaları gümüşiydi muhtemelen. ama yok, bu ikilinin kesin, fazladan öldürdükleri adamları bağlayıp bagajına kaldırdıkları ve sonra bir denize ya da bir inşaat çukuruna tekmeledikleri beyaz bir opelleri de vardır kesin. lekeli opeller. gözleri oyuk opeller. o gümüşi arabaya bindiğimi düşündüm. gülümseyen büyük dişlerin yanağımın çok yakınında olduğunu düşündüm. arabada aynı gürültünün devam ettiğini düşündüm. herşeyin benden çok büyük olduğunu. sonra nasıl bir ev? ya da bir ev mi? bi oda. cansız bir oda. karanlık ve gürültüsüz. ıslak ve uyuşuk. et. dişlerimin arasına giren kıllar. orana burana deydiğini hissettiğin soğuk ter. ölüm kokan nefesin içindeyim. kesik kesik nefes tokat gibi çarpıp duruyor şakağıma. duyduğum sesler acı çeken büyük bir hayvanınki gibi. ıslak ama kaygan değil. bir kişi mi var yoksa iki mi. üzerimde karabasan gibi bir ağırlıkla zıplayıp duruyor beden. kafası olmayan şişmiş bir beden. ağzımdan böğüren tükrük boynumdan aşağı akarken kaşındırıyor ama ellerim bende değil. kopmuşlar. kocaman iki el arasında çamaşır ipi gibi gergin duruyorum. içime giren şey sanki diğer taraftan çıkıyor. delinmiş oram buram. oyuk. vücudumun her yerine giriyor eğri büğrü kalın organı. giriyor ve çıkıyor. kaymıyor gıcırdıyor. canım acıyor ama hissetmiyorum. midem bulandı. oyduğu oyuklara gire çıka, delikleri büyüttükçe büyütüyor, inceldiğim yerlerden kopuyorum et et. her uzuvum kopmuş her yere dağılmış gibi. yerdeyim. yatağın üzerinde kafasız koca bir beden, benden geri kalanları beceriyor. vücudumun büyük bir kısmı yatağın üstünde, liğme liğme, ben yerden onu izliyorum. kafasız bedenler ölmeden önce zıplıyorlar. herşey paramparça. boşalamıyor bir türlü boşalamıyor. açlığı hiçbir zaman geçmiyor. hiçbir zaman geçemiyor. ölemiyor da. terliyor büyük göbek nefes alırken inip kalkıyor. ter damlaları göbeğin deliğine birikmiş, kıllara takıla takıla aşağıya akıyor sararmış derisinin üzerinden. yatakta et parçaları ve nefes alan koca bir göbek kalıyor. bu gece de ölemedi. bu gece de fazladan ölmüş bir beden var. beyaz opel lazım geliyor.
sonra oda gene cansız. zaman gündüz.
çarşaf yere akmış. kahverengi izler halıda...

yarım saat sonra ceketlerini ve mavi maskelerini de alıp çıkıtılar başka gürültülü karanlıklara doğru.










Friday, February 15, 2013

üç taş

DOMALACAKSAN, AMACIN OLSUN
önce istedim ki kredi kartı limitim düşsün. 500 tl'ye. iş bankasının buna çözümü, limitimi 20.000 tl'ye yükseltmek oldu. bonkörlüğün körlüğü kadar. "o zaman tüm hayali ve hayalsiz kredi kartlarımı kapatın." gazı olan çocuk gibi baktılar suratıma. kapattılar. içim bi rahatladı. kaç zamandır içimde bi sıkıntı bi darlaşma vardı, meğer domalmakla alakası varmış.



YAĞMUR VAR VE AMA SIKINTISI YOK
bu seferki yağmurun kafası işleriyle meşgul. düzenli ve ciddi. konsantre olmuş biçimde işini görmekte. bilindiği üzre tavşanlar gri havada çıkarlar ortalığa. kamufle olacaklarını sanırlar güneş olmayınca. ayrıca mantar gibi nemi de severler o kupkuru tüylerine rağmen. tüyleri nasıl o kadar kuru kalıyor sandınız? nem sayesinde. david lynch'in rabbits diye orta metrajlı bir filmi var. işte o film bununla ilgili. nemin kuruluğa faydalarıyla ilgili. bunu bilgiyi doğanın, kendinden bilge hayvanları bilir sadece. ve birkaç kızılderili. mesela castenada okuyanlar da bilir. bilginin kendisi havada dolanıp durur. koklayana bulaşır. doğada en iyi koku alanlar tavşanlar ve kızılderililerdir. her ikisinin de tüyleri kurudur ve nemi severler çünkü bilgiyi koklamışlardır çok zaman önce. 





KAKTÜSLER ASLINDA İYİ İNSANLARDIR
kimseyi dış görünüşüne göre yargılamamalısın diye diye bu günlere getirdiler bizi. ve ne var elimizde? herşeyi dış görünüşünden yargılamak ve anlamak dışında bir bilgimiz ve tecrübemiz yok aslında. öyle değil mi? öğrenebilceğimiz her referans, dış görünüşe yansıyanla ilgili. örneğin kaktüsün dış görünüşü dikenlidir. dikenlinin kodlaması, ürkütücüdür. yanına yaklaştırmaz. adeta sen daha ağzını açmadan azar çeken dedeler gibi. ya da çok büyük bir köpeğin büyüklüğünün kodu da gene ürkütücüdür. benden büyük olduğu için ondan korkmam gerektiğini düşünürüz. deriz ki "aa büyük köpek! saldırırsa var ya.." (yaradan hamurumuzu korkuyla yoğurduğu için. o da kolay ölebilelim de zaman hızlı aksın değişsin diye) (kötü niyetten değil yoksa) fekat tecrübelerimizle biliriz ki büyük köpekler, küçüklerine kıyasla daha sakin ve barışçıl olurlar. onların aksine saldırgan olmazlar. gel gör ki bu bilgi bizde gene dış görünüş üzerinden şekillenir. bu kez de "a büyük köpek! küçüklerine kıyasla saldırgan değil barışçıl olurlar" deriz. yani gene köpeğin büyüklüğü üzerinden değerlendirmiş oluruz. öyle ya da böyle.
işte o yüzden kaktüsler iyi insanlardır aslında. ellemeyin.